Violet Zerotta’s Hasty Marriage - Bölüm 2
Düğün töreni sona erdiğinde, babası adamdan kalan başlık parasını da aldı ve arkasına bile bakmadan oradan ayrıldı.
Violet ise artık hayal kırıklığına bile kapılacak halde değildi.
Ne görkemli bir ziyafet beklemişti, ne güzel bir duvak, ne de mis gibi kokan çiçekler…
Ama en azından babasının, bu yabancı yerde onu yalnız bırakıp gitmeyeceğini, bir gün bile olsa yanında kalacağını düşünmüştü.
Babasının vedasız, aceleci gidişini izlerken, Violet olduğu yerde donakaldı.
O sadece Baron Zerotta değildi; aynı zamanda onun kanından, onun öz babasıydı.
İsterse en sefil köylü olsun, hiçbir baba evladını böyle, bir avuç altın karşılığında satıp gitmezdi. Violet, köle gibi satılmış olmanın ezici ağırlığını omuzlarında hissetti.
Ama yine de… Beklentisi neydi ki?
Babası, hayatını mahveden, paraya ve kumara esir olmuş bir adamdan başka bir şey değildi.
Belki de, ondan tamamen kurtulduğu için şükretmesi gerekiyordu.
Babasının gidişiyle birlikte, tapınağın önünde sadece Violet ve o sabah tanıştığı adam kalmıştı.
Adam, taze imzalanmış evlilik cüzdanını dikkatlice katlayıp iç cebine yerleştirdi. Mürekkebi bile henüz kurumamış olmalıydı. Bu sahne, Violet’in içinde tarif edemediği bir his uyandırdı.
Şu cüzdanı kapıp yırtıp atsaydı, evlilik geçersiz mi sayılırdı?
Saçma bir düşünceydi.
Gelinliğinin kenarını sımsıkı tutarken, adam uzaklaşmaya yeltendi, fakat uzakta bekleyen bir şövalyenin hafif bir işaretiyle duraksadı ve Violet’in yanına geri döndü.
Demek onu neredeyse unutuyordu…
“Elimi tut. Önce evime gitmemiz gerekiyor.”
Violet, aniden uzatılan o ele baktı.
Bu durumda gururlu bir asilzade gibi davranmayı düşünmüyordu.
Ama içinde bir yerlerde, bastırmaya çalıştığı soylu terbiyesi, adamın kaba ve samimi olmayan tavrına karşı içten içe isyan etti.
Nasıl olur da ona böyle rahat, kaba bir dille hitap ederdi?
İllo Krallığı’nda en düşük sınıftan köylüler bile, eşlerine karşı saygılı bir dil kullanırdı.
Bu adamın düşük rütbeli bir şövalye olduğunu biliyordu, ama bu kadar mı eğitimsiz, bu kadar mı görgüsüz olabilirdi?
Az önce yüzüğünü takarken hissettiği ufak bir suçluluk bile yok olup gitmişti.
Aslında bütün bunların gerçek suçlusu Baron Zerotta’ydı; fakat Violet, şu anda önündeki adama öfke duymaktan kendini alamıyordu.
Öfke kısa sürede dağılıp gitti. Ne faydası vardı ki?
Gidecek başka bir yeri yoktu.
Bu dağ başındaki küçük tapınakta geceyi geçirmek istemiyorsa, ister istemez bu yabancı —artık kocası sayılan— adamı takip etmek zorundaydı.
Ancak, adamın kadınlara karşı ne kadar düşüncesiz olduğunu kısa sürede bir kez daha anladı. Uzun adımlarıyla öyle hızlı ilerliyordu ki, Violet neredeyse koşmak zorunda kaldı.
Sonunda, adam onu geldiği ata bindirdi. Uzakta bekleyen diğer şövalye, sadece “Yarınki törene geç kalma,” diyerek uzaklaştı.
Violet, adamın atı yedeğinde yürüyeceğini sanmıştı.
O yüzden, adamın sessizce atın arkasına binip sırtına iyice yaklaşmasıyla irkilerek istemsiz bir çığlık attı.
“Eğer böyle bağırırsan at ürker,” diye homurdandı adam, hafif bir öfkeyle.
“Sen neden arkamdan biniyorsun? Bu zaten iki kişilik eyer değil. Atı yedeğinden götüremez misin?”
Belki de adamın sürekli kaba bir dille konuşması sinirlerini iyice yıprattığı içindi ki, Violet sesini yükseltmeden edemedi.
Adamın hafifçe şaşırmış bakışını görmek Violet’e garip bir tatmin duygusu verdi.
“Yürürsek gece yarısına kadar eve varamayız,” dedi adam kısaca.
Daha fazla tartışmanın bir anlamı olmadığını anlayan Violet sessizliğe büründü.
O sustuğunda, adam atı harekete geçirdi.
Bu daracık eyerde, hiç tanımadığı bir adamla yan yana sürüklenmek son derece rahatsız ediciydi.
At hızlandıkça, biniciliğe hiç alışkın olmayan Violet, dengesini kaybetmemek için çaresizce sallanmaya başladı.
Bunu fark eden adam, bir eliyle dizginleri kavrayıp diğer eliyle Violet’in belinden sıkıca sarıldı.
Violet çırpınsa da, adamın kolu kaya gibi sağlamdı.
“Böyle davranırsan düşersin,” dedi, ağabeyin küçük kız kardeşine çıkışır gibi bir ses tonuyla.
Çırpınmanın faydasız olduğunu anlayan Violet, sonunda pes edip kaskatı bedenini gevşetti. Artık mücadele edecek gücü bile kalmamıştı.
En azından, adamın bedeninden yayılan sıcaklık, soğuktan üşümesini engelliyordu.
Uzun bir süre dağ yolunda ilerlediler. Epey bir zaman geçtikten sonra, nihayet bir yapının önüne vardılar.
“Bu mu senin ‘evin’?”
Ne bir kulübe kadar küçük, ne de bir malikâne kadar gösterişli…
Ahşaptan yapılmış orta halli bir evdi.
Görünüşü, Violet’in Zerotta malikânesindeki harap evinden ancak biraz daha sağlam ve genişti.
Ama Zerotta ailesinin yıllardır dibe vurduğunu düşünürse…
Bu adamın hali neydi? Ailesi yok muydu? Ne ana babası, ne hizmetçisi, ne de uşağı vardı. Evde onu bekleyen kimse yok muydu?
Violet’in kafasında sorular birikiyordu; fakat adam, dostane davranmaktan çok uzaktı.
Uzun bacaklarıyla eve doğru ilerledi, Violet’e dönüp bakmadan kapıyı açıp içeri girdi.
Yeni gelinine zerre kadar ilgi ya da nezaket göstermemişti.
Violet’in içine tarifsiz bir sıkıntı çöktü.
Kaçsam mı?
Ama nereye?
Ev, diğer yapılardan oldukça uzakta, tenha bir yerdeydi.
Eteklerini avuçlayarak olduğu yerde duraksadı.
Resmiyette yetişkin olsa da, henüz yirmi yaşına basmıştı.
Cebinde tek kuruşu olmadan, gece vakti bilmediği topraklarda başıboş dolanacak cesareti yoktu.
Başka seçeneği de…
Yoktu.
Kendisini kaplana yem atıyormuş gibi hissederek, Violet dişlerini sıkarak o yıkık dökük ahşap evin içine adım attı.